23 Kasım 2008 Pazar

biz seni sevinmek için sevmedik

Watford küme düştükten sonra.
Fotoğraf: Mark Thompson
21 Nisan 2007, Vicarage Road,  Watford Manchester City maçı sonrası

21 Kasım 2008 Cuma

deneysel imgesel simgesel zırvalama

Fahri tuvaletten döndüğünde karşısında yeni bir kişi oturuyordu. Yeni gelen, meyhanede rakı hariç bir içki tüketilmesinin hoş karşılanmadığını anlamış olacak ki kendisine çoktan bir duble rakı söylemişti. Hoş, bu meyhanenin bira ve şarap bağımlısı müdavimleri de vardı ama yeni gelenler bu içkileri söylemeyi göze alamazdı. Fahri afiyet olsun deyip oturdu. Oturmasından daha bir dakika bile geçmeden adam muhabbete başladı, ama ne muhabbet. Bir saat sonra Fahri adamın muhabbetinden bunalmıştı. Ulan nerden çattım bu adama. Neyse birazdan kalkar, ben de rahat ederim heralde. Off, gidecek gibi de durmuyo pek. Arif abi sen iyisi mi bize bi büyük daha aç. Öyle düşünmekle olmuyor, sesli söylemek lazım bunu. “Arif Abi, bi büyük daha getirsene bize”. Hah, şimdi oldu. Neyse şimdilik sakiniz, bakalım ama daha neler zırvalayacak. Fahri, kısa sessizlik anından istifade edip arkada çalan müziği dinlemeye koyuldu. Önce baterinin sesi duyuldu. Sonra bağlama çağladı, bunun üstüne keman dayanamayıp ağladı. Üçünün sesi beraber meyhanenin sigara dumanı bol havasında süzülüp giderken bir anda Baba’nın sesi hepsini bastırdı: aşkınla ne garip hallere… İşte tam bu sırada uzun zamandır boş rakı bardağına bakmakta olan adam kafasını kaldırıp: “Abi senin durumun aslında tam bir paradoks, hatta Schrödinger’in kedi paradoksu gibi, bilir misin o paradoksu?” Ulan bizi ne zannettiyse pezevenk. Kedinin hayatı atom altı bir parçacığa bağlı, kutuyu açmadan kedi ölü mü diri mi bilemezsin. Peki benim içmem neye bağlı? Bunu olasılık ve belirsizlikle açıkla bakalım. Veya sen bu çalan şarkıyı bilir misin? “Yok, bilmem” dedi Fahri. Adam: “Abi kutuyu açman lazım ne olduğunu, nasıl olacağını görmek için.” dedi bilgiç bir tavırla.

“Saha top oynanmayacaksa ne diye var?” dedi çocuk, bilgiç bir tavırla. Gece bekçisi, elinde top kapısında bekleyen çocuğu kırmamaya karar verdi. Gerçi gecenin bu vakti top oynamak garip bir istekti ve şimdiye kadar çok az kişiye gece gece oranın kapısını açmıştı ama çocuk ihtiyarı bakışlarıyla ikna etmeyi başarmıştı. Otoritesini bozmamak istercesine ağır hareketlerle yerinden kalktı, çekmeceyi açtı, üzerinde yaklaşık yirmi kadar anahtar bulunan kocaman anahtarlığı şangırtıyla aldı. Çocuk sahanın girişine doğru koştu, bekçi arkasından yavaş yavaş geldi. Sahanın anahtarını on küsuruncu denemesinde nihayet buldu. Kilidi açar açmaz çocuk içeri girdi, toprak sahada tozu dumana katarak topunu tepmeye başladı. Gece bekçisi kendine ibo şovdan başka bir eğlence bulduğu için sevinçli, çocuğu izlemeye koyuldu. Tam ihtiyar kenardaki banka oturmuştu ki, çocuğun topu dışarı kaçtı. Çocuk sahadan dışarı topunu almak için çıktı. İhtiyar bekledi, bekledi ama çocuk bir daha gelmedi. Ağır aksak yerinden kalktı, kapıyı açmıştı da ne olmuştu, bir teşekkür bile alamamıştı, durum beklediği gibi olmamıştı. İbo şov bitmemiştir diye umarak kulübesine giderken yolda ölü bir kedi gördü, önem vermedi. Kulübeden içeri girdiğinde ibo şov bitiyordu, ibo ‘muradı böyle’ yi söylüyordu. ben derdimi felekten sordum, felek dedi bu derdin muradı böyle… Kendine çay koydu, bir sigara yaktı, dışarıya baktı. Yağmur başlamıştı, sahadaki toz toprak da yağmurla beraber yere inmeye başlamıştı. O anda televizyondan gelen darbukanın sesi odayı doldurdu dum tak tak.

Tak tak tak. Fahri kapıyı çaldı, evde kimse yoktu.

20 Kasım 2008 Perşembe

Düğme

Fotoğrafı çeken: David Leyes Siteye koyan tırt: Ben

Çıkış

İşte tam bu noktada olayların üstüne gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Yeni alışkanlar ediniyordu ve eskisi kadar kolay değildi siktir çekip yoluna koyulmak. Sonun yaklaştığının iyiden iyiye farkına varmaya başlamıştı. Durulmak istemiyorum lan diye bağırdı vapurun ortasında. Hayır bağırmamıştı. Sesli mi söyledim acaba bunu. Bana bakıyor olmaları lazım o zaman. Bakan yok, demek ki söylememişim. Simit ve çay. Yüzüne vuran güneş ve Posta okumanın verdiği dayanılmaz ve garip çiğlik. Ne kadar uğraşsa da hayal ettiği adam olamayacağı düşüncesi kafasını tırmalıyor, her nasılsa bu düşüncelerden kaçışı hep sabaha karşı aklına gelen orjinal fikirlerle oluyordu. İskeleye yanaştı vapur. O, vapurun tahtası iskeleye yanaşmadan önden atlayan adamlardan değildi. Çünkü boğulabilirdi. Kafayı betona falan vurabilirdi maazallah.

En son indi vapurdan. Hep gittiği yoldan yürüdü. İki trafik lambası, parkı geç, sola dön. Köprüyü geç. Sağa dön. Asansöre bin, yedinci kat. Odaya girdiğinde onu karşısında bulmuş ve yine öylece apışıp kalmıştı. Adam karşısındaydı. Abi nerde kaldın yeea biz de Nazlı'yla seni çekiştiriyorduk dedi. Fakat Nazlı falan yoktu piyasada. Ne Nazlı'sı lan diye düşünürken Nazlı arkasından şişirdiği Migroş torbasını patlatıp "Böh!" diyerek çıktı. Adam ve Nazlı gülüyordu. Güler gibi yaptı. Naber dedi Nazlı. İyiyim derken elini cebine attı. Rahatsız bir durumda olduğu her halinden belliydi. İçinde kız bulunduran sosyal ortamlara alışamadığı aşikardı. Aaa meraba diye cevap verip elini Nazlı'nın sırtına koyup iki yanağına birer öpücük koyma hareketini yapamazdı mesela. Rahatsızdı işte. Videoya alınmış olsa "Abi tipe bak, besbelli rahatsız olduğu. Hahaha bak lan el de cepte" derdi izleyen ortalama insanlar. Kendi evinde yabancıydı. Adamdan da tiksiniyordu. Nazlı taş gibiydi yalnız. Odasına gitti. Pazar saat sekiz. Yarın işe gidecek. Mşn'e falan gircek işte.

hayat siz plan yaparken başınıza gelen şeymiş


bir zamanlar orta doğu'da ülkenin birinde anti militarist geçinen bir mühendis adayı varmış. bir gün bu zat kendini savunma sanayii firmalarının işe kabul şartlarını araştırırken buluvermiş; kendinden utanmış.

bakalım havva'nın sütünden kesilmiş kabil'in çocukları yoluna çıkıp onu engelleyebilecek mi?
bekleyip göreceğiz.


7 Kasım 2008 Cuma

obama seçilince biz de seçilmiş sayıldık..

soldan sağa: schwannoma, winstonsmith, dursunkaptan, hüseyin

Denizler Altında Yirmi Bin Küsur Fersah (bölüm II)

Bülent bir yandan yürüyor bir yandan homurdanıyordu. Zeki olayın şokunu atlatamadığından sahile kadar tek kelime etmedi. Sahile yaklaştıklarında uzaktan Pepe’yi gören Bülent “Bu bakkal Hasan iyice iptale bağladı, Halil Abi’ye söyleyelim de bi kulağını çeksin bunun.” diye bağırdı. Pepe cevap vermedi. Yeni gelenlere uyuz olmuş, o yüzden on metre ilerideki merdivenlere oturmuş, sigarasını içiyordu. Cevap alamayan Bülent, bu seferde yeni gelenlerle oturan Ahmet’e bağırdı. Ahmet “Ben de kıl oldum bugun ipneye, abime söledim bakar o icabına.” diye Bülent’i sakinleştirdi. Bu sırada yeni gelenlerden uzun saçlı olan tezgahın içinden bir bira çıkarıp çoktan boşalmış pet bardaklara bölüştürdü. Ahmet, kıvrak bir hareketle bira şişesini denize fırlattıktan sonra yeni gelenlere dönüp “Buranın derdi de bitmiyor işte, nerde delisi var bizi buluyo anasını satıyım, baksana arkaya.” dedi. Kafalar arkaya döndü. Uzun zamandır orada olmalarına karşın çoktan varlıklarını unutturan kravatlı ile sakallı meczuplar halen votkalarını içiyor, kravatlı kendi kendine söyleniyor, sakallı her zamanki gibi dalıp gidiyordu. Ahmet konuşmaya devam etti: “Bunlardan bi tane daha vardı burda...”. Yeni gelenlerden kıvırcık saçlı olan Ahmet’i dinlemiyordu. “...bu kravatlının kardeşi...” Kıvırcık saçlı basit hayatında kendine dert ettiği bir takım sorunları düşünüyordu. “...bunun sesi çok güzeldi bize şarkı sölerdi her gece burda...” Kafasında olasılıklar sikişiyor ama bir türlü istenilen sonuca ulaşılamıyordu. “...neyse bi gün sabah bi geldik bu donarak ölmüş şu Pepe’nin oturduğu merdivenlerde.”. Uzunca bir sessizlik oldu. Sessizliği kravatlının arkadan gelen “haydi lili lili lili lili lili lili yar!” nameleri sekteye uğrattı. Kıvırcık ne olduğunu anlamadan kendine geldi.

5 Kasım 2008 Çarşamba

unite against racism


"benim de zenci arkadaşlarım var; hatta benim dayım bile zenci. ama amerikan korkma sönmezini ezbere biliyor."



Barack Obama
Ekim 2008
Kennedy Cad. BP Köşesi/Ankara

mekruh lan bu!! “bir varoluş hikayesi..” 1

takvimden bir yaprak daha kopardı.. ay başına daha vardı.. evden çıkası yoktu yine.. “sokaklar normaller için.. ‘boyalı yumurtalar’, alçaklar, kent soylular..” dedi kendi kendine.. normal bir yanı olmadığına hükmetti yine.. kimsesi yoktu.. parası da yoktu.. aynanın karşısına geçti ve kallavi küfürler savurdu suratına.. inadına.. açtı..

hayat anlamsız bir roman gibiydi.. zaten abuk sabuk olan kurgusu acemi yazarların elinde gün be gün zıvanadan çıkıyordu.. zaten bir romanın birden çok yazarı olursa o romandan cacık olmazdı.. olsa olsa metal fırtına olurdu.. varsın olsundu.. çok satardı.. neyse, bu roman bir türlü temellenemiyordu ama.. saldıracak bir düşmanı, aldıracak bir derdi, kaldıracak bir potansiyeli yoktu.. o ve arkadaşları yaşamayı beceremeyen, sosyalleşmeyi bilmeyen; fakat ziyadesiyle şahane bir öbek insan demekti insanların gözünde.. o ve arkadaşları acayip insanlardı özünde..

onları bir araya getiren o zamanki adı lgs olan dandik bir sınavdı.. o kadar dandikti ki adı falan değişti yine yaranamadı.. sonra çıldırdılar.. tedavülden kaldırdılar.. 100 sorudan takribi %93’ünü doğru cevaplandırarak tanışmaya, kaynaşmaya, anadolu’nun dört bir yanından kopup gelmeye, bıçkın ve deli oğlan olmaya hak kazandılar.. ilişkinin başlangıcı yanlıştı yani.. bu yaşanmışlıkla ancak böyle bir roman yazılabilirdi neticede.. tipleri, tripleri farklıydı fakat hemen hemen hepsi aynıydı.. imkan dahilinde oldukça bir araya geliyorlar, saçma sapan mevzular üzerine saatlerce konuşuyorlardı.. bir gün “gelmiyor musun??” sorusunun “evet..” ya da “hayır..” gibi kati bir cevabı olmaması üzerine kafa patlatıyorlar; bir gün “lan şirket kursak da adını ‘aaaaa a.ş.’ yapsak borsaya açılınca cnbc-e falan seyrederken ilk bizim kağıdı görürüz lan, zamandan tasarruf, mis.. reklam da olur..” gibi hayallere yelken açıyorlar; tam olarak içlerinde olmayan fakat onlardan gibi davranan birisi “mal mısınız lan?? internette hepsi oluyor, oradan bakarsınız kastığınız şeye bak..” diyerek ömürlerini törpülüyor; kaçıyorlar.. yeri geldiğinde oturup david lynch seyrediyorlar, woody allen konuşuyorlar.. kader ve gemide’yi defalarca seyredebiliyorlar; zeki demirkubuz’la serdar akar’ın falan kendileri gibi bir arkadaş grubuna mensup olabileceklerini düşünmüyorlardı.. olmadık zamanlarda chopin’de demlenmeyi marifet sanıyorlar; oğuz atay’ı epey bir seviyorlardı; fakat tutunamayanlar okuduktan sonra bir türlü gerçek bir ortalama gibi tribe giremiyorlardı.. falan feşmekan.. chopin cennet-mekân..

yine böyle bir gündü.. yapacak daha güzel bir işleri olmadığı için yine bir araya geldiler.. zaten açtı.. ay başına daha vardı.. içlerinden esmer ve yakışıklı olanı “blog yapalım!! spor..” dedi.. o ortamların sazanı olarak yine atladı hemen: “süper!!” esmer ve yakışıklı olan devam etti: “sen beşiktaş yazarsın, ben galatasaray, mimar trabzon der, yeğen fenerbahçe döşer, sarı da hull city!! ‘bedava izle, canlı izle’ diye dayarız linkleri de tez zamanda büyürüz.. okunur.. yazarız..” o sessizliğe büründü ve bir sigara yaktı.. bu büyük atılımın meyvelerini hayal etti.. fenomen olacaktı.. “düğmeye basalım, ayarla..” dedi ve karizmatik olduğunu düşündüğü biçimde dumanı saldı.. neden sonra “iyi mi ama çok var lan sportif  blog, eziliriz arada.. fark lazım..” dedi.. esmer ve yakışıklı olan “bambaşka olacak, boncuk gibi.. oy oy..” dedi.. konu geçici olarak kapandı.. sarı, uzaklardaydı.. ve hiçbirisi birgün bu hayalini kurdukları blogun ve türevlerinin gün gelip yasaklanacağını bilmiyordu..

hayaller, ucu bucağı olmayan sonsuz denizlerin seyyahları.. gerçekler, mücadele-i hayalin eyvahları.. 

vaktaki sarı geldi..

devam edecek..