30 Ekim 2008 Perşembe

Denizler Altında Yirmi Bin Küsur Fersah

Sokağa yeni çıkmışlardı. Zeki'nin elinde fener, Bülent'in sırtında çuval vardı. Zeki'nin kısa kollarının ucundaki küçük ellerinde tuttuğu fener, bakkalın tezgahını zar zor aydınlatıyordu. Elektrikler kesilmişti. Bülent "Şişeleri getirdik abi tam 13 tane" diye atıldı. "İyi" dedi bakkal bir çekirdeği daha çitlerken. "Kaç para veriyon depozito?". 1 küsur dedi bakkal Hasan. Küsur kelimesi bir anda tüm karanlığın içinden geçip Zeki ve Bülent'in beynine bir kurşun gibi saplandı. Küsur neydi lan sahiden. Heisenberg mezarında takla atıyordu. Bakkal Hasan ölüm vuruşu yapmıştı. "1 milyon beş yüz" dedi. Bu cevap iyice kaybolmalarına yol açtı. 1 milyon beş yüz, 13'e bölünmüyordu. Bu sefer Bülent'ten önce Zeki atıldı. "Tamamdır abi eyvallah".

Yine paraları bitmişti. Bülent hep bira içtikleri iskelede dibe dalmış, 13 tane bira şişesi çıkarmıştı. Zeki'nin elindeki çuvala doldururken "İyi lan 2 ekmek çıkar heralde burdan" diyordu. Fakat Bakkal Hasan tüm hesapları alt üst etmişti. Aslında yüzünün yarısını aydınlatan mum ışığında çekirdek çitlemesi, orjinal bir adam olduğunun ipuçlarını dükkana girerken vermişti...

ergenekon'dan izmir'e yaşasın cumhuriyet!!

kelimelere taşıyabileceğinden fazla anlam yüklemede üzerimize yok canlar.. değişen dünya düzeni, düzene ayak uyduramayan ersin düzen’i, ajda’sı ve sezen’i, teyzeoğlusu kuzen’i garip bir toplum olduk çıktık.. ama bıktık.. yeter.. heder olduk heder..

eskiden ergenekon denilince; sadece nilüfer denilen şarkıcının kırığı zengin mi zengin, balık etli, iş erbabı, şiş kebabı gökberk ergenekon gelirdi akıllara.. kendisinin speedo marka slip mayosuyla paparazzilere yakalanmasını mütebessim seyrederdik magazin programlarında.. şimdi ergenekon kelimesi aldı yürüdü azizim.. keşke hep gökberk ergenekon olsa televizyonlarda.. dünya daha yaşanılabilir bir yer olurdu..

mesela yukarıda sezen aksu’yu tanımamama rağmen kendisinden bahsederken ‘sezen’ dedim de bakın aklıma ne geldi.. bir izmir vardı hani.. bildiğin şehir.. orada yaşayanlara da izmirli denilirdi.. izmir ve izmirli denilince akla güzelliğiyle dillere destan hatun canlılar, yunanlılar, boyoz, kıtipiyöz falan gelirdi.. şimdi herkes delirdi.. izmirliyim diyen insan anlayış bekliyor, ilgi bekliyor.. izmirlilik hayata karşı bir duruş olmuş, layığını bulmuş.. “soyumuz tükeniyor kurtarın bizi!!” feryatları.. ege’nin hoyratları.. izmirli demek şimdi laik demek, ulusalcı demek, cumhuriyet çocuğu demek.. elleşmeyin.. sahi türkler ergenekon’dan çıkmışlardı ve izmir batıda anlayışla karşılanabilecek son duraktı.. yollar hep kuraktı..

o değil de; ‘cumhuriyet çocuğu’ dedim de aklıma cumhuriyet sucuğu geldi.. o cumhuriyet sucukları ki zamanında cumhuriyet'in 80. yıl kutlamalarına devletin parası yetişmeyince, "adımız cumhuriyet, seve seve veririz.." demişti.. hey gidi günler.. sonra da afyon geldi aklıma.. ‘sucuk’ deyince de akla afyon geliyor yani.. ilginç..

 “…ergenekon izmir arası yolculuklarda vazgeçtim çocuk olmaktan

afyon kolaylı dinlenme tesisinde

sucuk kokusuydu vatan…”

Necmettin

Bu hikayenin konusunu oluşturan ilginç olaylar, 199.'da Çorum'da meydana geldi. Necmettin bunaltıcı rüyalardan uyandığı bir sabah, halasıgilin salonundaki çekyatta kalın bir yorgan altında buldu kendini. Akabinde başında dikilen halası kötü bir şey yapmamış olmasına karşın tutuklandığını söyledi dedi N.'ye. "Ben hasta bir adamım" diyerek tuvalete yöneldi. İşerken ucuna kesik hortum takılmış taharet musluğuyla göz göze geldikten sonra o insanın içini bayıltacak derecede dar tuvaletten kendini dışarı attı. Evin dış kapısıyla göz göze geldi. Kim evinden girenleri sağda kiler karşıda alaturka tuvalet solda vestiyerle karşılamak ister ki?

N. sofraya oturduğunda ellerinde bir değişiklik olduğunu fark etti. Çatalı tutuşu değişmişti. Bu, çatalın eline başka bir biçimde geliyor olduğunun da ispatı olabilir tabi. Fakat başına bir şey geldiğinden kuşkusu yoktu. Bir hastalık gibi belirmişti. Bir çelişkiler yumağının tam ortasındaydı. Ellerindeki değişiklikten sonra karaciğerinde bir ağrı hissetti. Kendini kaba dalgalı denizde giden bir gemiymiş gibi hissediyordu. Sanki ahşap duvarlara sular çarpıyor, koridorun derinliklerinden su baskınından kaynaklanan bir gürültü geliyor, koridor olduğu gibi sallanıyor, her iki yanda bekleyenler bir inip bir kalkıyorlardı. Fakat doktorları sevmezdi. "Karaciğerim ağrıyormuş, varsın daha beter ağrısın!"

Bu çelişki hastasının başına gelen ilginç olaylar bununla bitmiyor. Ama biz burada dursak daha iyi olur, sanıyorum. N. dayanamadığı için yazmayı sürdürdü. "Bir köpek gibi ağrıyor!" dedi, sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı. Yarın Çorum'a yağmur yağacak.

28 Ekim 2008 Salı

‘kim’ ‘kiminle’ ‘ne zaman’ ‘nasıl’ ‘ne yapıyordu’

Ben bir arkadaşımla bu akşam esrik bir vaziyette film izlemeye gittim.
(Fazla değil ama bir takım insanlardan nefret edebilmem için yeterli bir doz almıştım.)

Nuri Bilge ekibiyle birlikte beyazperdede bu sefer gerçekten iyi bir iş çıkarmıştı.
(En iyi yönetmen ödülünü niye aldığı filmin her karesinden belliydi.)

Fakat yanımızdaki hödük ve kız arkadaşı sinemada film boyunca lüzumsuz yorumlar yaptılar.
(Bu yurdum insanları yan salonda oynayan – ve bunların zeka yaşının yeteceği – filme gitmektense talihin garip bir cilvesi sonucu bu güzelim filme gelmeye karar vermişlerdi.)

Ben arkadaşımla beraber koltuklarımızda film arasına kadar büyük metanet gösterdik.
(Ben zaten böyle olacağını baştan sezip ‘abi o filmi o sinemada izlemeyelim istersen’ demiştim. Akılsız başın cezasını bu sefer kafa sikilmesi olarak görüyorduk.)

Ancak bu hödük dişisiyle beraber yanımızda ikinci yarıda da sürekli konuştu.
(Hatta film biterken erkeğimiz ‘ne kadar anlaşılmaz, o kadar iyi!’ diyebilecek kadar öz güvene sahipti. Oysa ki filmde bana göre anlaşılamayacak en ufak bir nokta yoktu.)

Neyse gel gelelim sadede. Bu güzel geceyi bize yaşatan, hödüklerle dolu, yasaklı, giderek nefret ettiğim ‘yalnız ve güzel ülkeme’ buradan teşekkür etmek istiyorum.

23 Ekim 2008 Perşembe

ezginin diyalektik açmazı

Otobüsten hangi ara ve neden indi, nasıl metroya bindi, hatırlamıyordu. Taksim’e gelmiş olmanın şaşkınlığını üzerinden atar atmaz, İstiklal boyunca yürümeye başladı. İşte tam bu sırada telefonu çaldı.

- alo.
- nabıyon lan?
- emin değilim.
- nası yani?
- galiba intihar etmeye gidiyom.
- iyi iyi allah kabul etsin. eee nasıl intihar etcen?
- galatadan atlıcam sanırsam.
- ulan it intihar etmek için indirimli günü seçtin di mi? neyse ben gelene kadar atlama. bi saate ordayım. fotoğrafını felan çekerim düşerken.
- tamam bekliyorum cemil abi.

Müesseseyi uzun zamandır tanımasının rahatlığıyla “Mustafa Abi, çaylar Rize’den mi geliyor?” diye bağırdı. Gülüştüler. Çok kötüydü ama gülüştüler. Sorun yoktu öyleyse. Çayın gelmesinin yakın olduğuna kanaat getirdikten sonra sigarasını yaktı.

- nasılsın?
- iyisinden hallice. sen?
- kötüyüm.
- fiziksel olarak mı ruhsal olarak mı kötüsün.
- her şeysel olarak kötüyüm, uzatma işte.
- tamam o zaman şöyle yapalım, manasız bir şeyler yazalım.
- ben hayatımı yazabilirim mesela.

Tüm hayatı olan bavul önünde duruyordu. Gülmeyi denedi, olmadı, sırıtmakla yetindi. Durum iyi mi kötü mü bir türlü karar veremiyordu. Bavulu sürükleyerek evden çıktı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Yağmuru seviyordu çünkü düşünmesine yardım ediyordu. Bu iyiye işaret dedi kendi kendine. Yürüdükçe ıslandı, ıslandıkça düşündü, düşündükçe düşündü. Birden “Ey ahali! Hayat sadece bir oyun ve bavullardan başka kaybedeceğimiz bir şey yok.” diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Sonra yere yığıldı ve kendi kendine sayıklamaya başladı: “hayatlaroyunlarbavullar, bavullaroyunlarhayatlar, oyunlarbavullarhayatlar…”

- son oyununuz ‘bavullardaki hayatlar’ın gördüğü ilgiye ne diyeceksiniz?
- aslında bu oyunda kendi hayatlarımızı konu aldık. bu kadar ilgi görmesi bizi de şaşırttı.
- peki siz ne düşünüyorsunuz oyun hakkında cemil bey?
- bu hayatı yaşaması keyifsiz ama izlemesi keyifli olmuş kanımca.

Gaza gelip hareket eden mallar vardır. İşte o mallar bizdik. Bir bok öğreniriz diye mesleğimizle alakası olmayan bir ders alıp dönem boyunca haftada dört saat kendimizi sıkıntıya mahkum etmiştik. Saçma sapan konularda (bize saçma sapan geliyordu) saçma sapan öğrenciler (bu kesin bir gerçekti) saçma sapan yorumlar yapıyordu (bu konu üzerinde araştırmalar halen devam ediyor).

[HOCA]: …‘acerbus corylus avellana’ ve ‘embamma arachis hypogaea’ sendromları aynı sebepten kaynaklansa da farklı gelişimler gösterirler…
[MAL 2]: (fısıldayarak) sallıyo lan bu karı, böyle hastalık ismimi olur.
[MAL 1]: (fısıldayarak) iyi de bunlar hayatta ne işimize yarıcak.
[SAÇMA SAPAN ÖĞRENCİ]: peki hocam elimizde yeterli vaka var mı?
[HOCA]: yok henüz iki tane tespit edildi ama bulaşıcı olmasından korkuluyor.
[MAL 2]: (fısıldayarak) bulaşacaz ulan hepinize.

Aklı halen son yaptıkları tartışmadaydı. Tartışmada süreklilik sorunsalını tez antitez bağlamında ele almışlardı (affet beni cemil abi). Tez antitez tamamdı da sentez nerdeydi sentez? İşin içinden çıkamadı. O sırada mecidiyeköyegider otobüslerinden biri geldi. Bindi ve gitti.

22 Ekim 2008 Çarşamba

üç dakika önce



biraz önce bir karar aldım; meşhur olmayı hedefliyorum bundan sonra. nasıl olacak bilmiyorum ama buraya da yazıyorum. önerilere açığım. on beş falan diye geyikle geleni üsttekine havale ediyorum.

kıvanç.

17 Ekim 2008 Cuma

yapmayın kızlar

"Herkes zaman zaman kendisinde değişikliğe gidiyor. Ben de sakalımı uzatmaya karar verdim. Genç kızların bu son halimi çok beğendini düşünüyorum. Sürekli beğenileriyle ilgili bana mail atıyorlar"
Hamit Altıntop

iyikafa manifestosu

  1. iyikafa; kafalar iyiyken akla gelmiş, üzerinde fazla düşünülmeden, böyle nasıl diyelim, “bam!! bam!! bam!!” harekete geçirilmiş bir oluşum olup; konsept, kurgu ve şekil itibariyle kaygısızları oynamaktadır.. ha böyle rahat rahat.. hatta üzerine rahat bir şeyler giymeden, bir taraflarını kaşımadan iyikafa’da yazmak edepsizliktir..
  2. iyikafa; her türlü toplumsal sorumlulukları içselleştirerek gayet sorumsuz bir hayvan gibi takılmaktadır.. mesaj kaygısı, adam saygısı, acıma duygusu, forum baygısı barındırmaz..
  3. iyikafa; bazen realist, bazen sürrealist, bazen kübist, bazen optimist, bazen pesimist, bazen minimalist, bazen modernist, hatta yeri geldiğinde kadirist olabilen, her yola gelen bir oluşumdur.. öte yandan etiket meselesini neo-dadaizm’e sığınarak halletmiştir..
  4. iyikafa’nın anlaşılmak gibi bir derdi yoktur.. biz kafa yormuyoruz.. bodos dalıyoruz..
  5. iyikafa’da bazı bazı kuru-sulu karışacağından 18 yaşın altındaki şuursuz gençliğin parasempatik sinir sistemini bozabilir..
  6. iyikafa; yazan, yazılan, okuyan, hısım-akraba, federasyon, sulama birliği, yapı kooperatifi gibi falan hiçbir şeyi, hiç kimseyi bağlamaz..
  7. altıncı maddeye istinaden belirtmekte fayda var; külliyen hayal ürünü bu iyikafa.. daha pak bir ifadeyle tekmili birden göt kaynaklı şiirsel betimlemelerimizi üzerine alanın..
  8. iyikafa; şuurlu bir başkaldırı, acar bir muhalefet, bir celalî isyanı değil; yellenmek ve geğirmek gibi gayr-i ihtiyari bir dışavurumdur.. affedersiniz.. ımphs ımphs..  
  9. sekizinci maddeye kafa tutmak gibi olmasın, zira öyle bir niyetimiz yok, iyikafa nedendir bilinmez ortalamayı reddeder.. ortalamaya burun kıvırır, omuz atar, tav olur..
  10. iyikafa; bu yalan sanal dünyanın cilt bakım kremi değil, tıraş kolonyasıdır..
  11. iyikafa ile maddi manevi her türlü probleminizi kimle isterseniz bölüşebilir, kime isterseniz sövebilirsiniz.. 

14 Ekim 2008 Salı

dayıtello

“dayıtello nerde kaldı bizim çaylar” diye ünledi garsona. yeni öğrendiği bu hitabı arkadaşlarından önce bir yabancının üzerinde denemek istemişti. gel gör ki garsonun “dayıtello babandır” bakışı atarak diğer masanın siparişlerini almaya gitmesi bu hitabın delikanlı çevrelerde pek tutmadığının göstergesiydi. garsona hak vererek arkadaşlarının hararetli konuşmasına dahil olmak istedi. gerek mevzuya olan uzaklığından gerekse dakikalar boyu muhatap alınmayışından olacak konuşulanları dinlemeyi kesti; kendini görünmez hissetmenin verdiği rahatlıkla afif’in cep telefonunu karıştırmaya başladı. tam fotoğrafların olduğu klasörü bulmayı başarmıştı ki afif kıvrak bir hareketle –yine de göz teması kurmayarak- telefonu elinden kaptı. “tuvalete gidiyorum” ben diyecek oldu, ikinci kelime düşünceden sese geçiş yapamadan masadan kalktı. içinden “ulan lavabo diyecektim yine tuvalet dedim” diye geçirdi.

döndüğünde afif ve naz’dan eser yoktu. masada soğumuş çayı duruyordu. çayı iki yudumda bitirdi. neyse ki hesabı ödemişlerdi.

nikah masası’na nikahlı laik düğünü inovasyonu

yaz takvimlerde tükenmişti.. ekimdi artık.. erken gelen ve bitmeyen ramazan damarlarındaki alkolü bitirmişti.. son patlıcanlar balkonlarda kururken; kornişonu, fasulyesi, domatesi, lahanası tuzlu - sirkeli sularda bir bidonda, bir arada kışa hazırlanıyordu.. “onlar bile yalnız değil!!” diye geçirdi içinden.. sonra ayağını bir taşa geçirdi.. çubuk, ankara’ya oldukça yakın bir yerleşim birimiydi ve bir cumartesi günü ankara inceden üşüyordu.. ayağı takılmıştı yere düşüyordu.. takım – gömlek – kravat troykasına 199 lira, jöleye de 4 lira vererek başka bir insan olmuştu bugün.. annesi “aman da benim yakışıklı yavrum, aslan oğlum..” diye yanaklarından tutunurken hayata; onun uygun bir ayakkabısı yoktu.. babasının kesik burun ayakkabılarından birine dikti gözlerini, güzelce boyadı.. çorapları delikti ama onu da kimse görmeyecekti nasılsa.. annesi araya bir süveter sıkıştırıyor, “üşürsün yavrum, ayaz.. çıkarma he mi?” diye sıkıca tembihliyordu.. lisede giydiği süveterdi bu.. ayran lekesi hala üzerindeydi.. üzerinde çok durmadı ama.. ceket kapatırdı.. zaten kim dikkat edecekti ki?? her şey tamamdı artık.. dolmuş durağı 5 dakikalık yürüme mesafesindeydi.. kıyametin arifesindeydi.. ve o tek başına 5 dakika bile ayakta duramayacak kadar maldı.. toplumsal bir ihmâldi.. gözünden iki damla yaş süzüldü.. pantolona üzüldü..  

yol kenarındaki bir billboardda ankara’nın sürreel yüzü, kesikköprü barajını gösteriyor ve en salaş, en samimi yüzüyle 20 yıllık dayağına – kıyağına gülümsüyordu.. hemen yanındaki billboardda ise bu sefer ceketli kravatlı olmak üzere bir yaşlının elini öper gibi yaparak bayramlaşır gibi yapıyor ve bu sefer sağ cenahtan daha sinsi gülümsüyordu.. otobüsler bu bayram yine bedavaydı.. ve bayramdan sonraki ilk cumartesi günü aktepe’den gelen dolmuş boştu.. hayatta güzel şeyler de oluyordu kimi zaman..

her şeyin olması gerektiği gibi olduğu o cumartesi akşamı, elitist laikçilerin ‘biz bambaşkayız’ tadındaki düğünü için taraflar tek tek yerini alacaktı.. listede ismine baktı bulamadı.. mallığına verdi.. kendiyle hesaplaşmasını tamamlamış yaşayanların en denyosu olduğunun pekala farkına varmıştı.. sonra birinden yardım istedi.. gerçek bir profesyonel gibi listeden haberi yokmuş gibi davranmayı becerdi ama.. neden sonra gelinin az görüştüğü arkadaşları için tahsis edilen gözlerden ırak masada yerini aldı.. ilk gelen oydu.. daha iki saat vardı.. ve sonbahardı.. erken geldiğine sevinecek kadar dallama bir düşünce yapısına sahipti.. gelinle damadın görülebildiği bir tek sandalye vardı o masada.. hemen yerleşti oraya.. garsona “bir sigara bağlasana be abi!!” dedi.. garson pis pis baktı ve bir sigara fırlattı bunun önüne.. "dışarıda iç, batırma masayı.." dedi üstüne.. bir emre daha itaat etti ve sandalyeyi kaptırmamak için ceketini asarak dışarı çıktı.. mal mal baktı.. artık süveteriyle baş başaydı..

gelen giden, süveterine aldırmadan adam hesabına alıp buna kibarca bir baş selamı veriyor, bu da gerçek bir beyefendi gibi gelen selamları gülümseyerek iade ediyordu.. kale alınmak hoşuna gidiyordu.. gizli bir sevinç peyda oldu içine.. oysa bugün, işte bu cumartesi günü, inceden üşürken soğukta; asla ve asla sevinmemesi gerektiğinin farkına vardı.. en acı gündü bugün.. sevdiği evleniyordu.. tek ve gerçek aşkı bugün gelin olmuş gidiyordu.. ona veda ediyordu.. davetiye eline geçer geçmez, düğünde ne işi olduğunu düşünmeden “beni de çağırdı lan, oha bir de yemekli, beleş bira!! yeriz, içeriz mis gibi.. nikah da varmış, badem şekeri.. o değil de ordövr..” diye sevinişini hatırladı.. utandı ve yerini yadırgadı.. ama oturmuş bir karakteri olmadığı için çekip gitmeye yeltenemedi.. soğukta çok kaldı ama ortamdan ötürü yellenemedi..

salona tekrar girdiğinde dışarıda bir sigaralık değil, bir saat kadar oyalandığını fark etti.. salon dolmaya başlamıştı.. masada arkadaşlarını gördü.. kimsenin kendisini sevmediğini gayet iyi bildiğinden o masaya gelir gelmez hepsinin sigara içmek için dışarı çıkmalarını ve döndükleri zaman iki yanındaki sandalyeyi de boş bırakmalarına şaşırmadı.. aldırmadı.. çok da koymadı bu ona.. “reis aldırmıyor ya!!” dedi seslice.. birisi bile dönüp “bir şey mi dedin??” demedi.. garson bekarlar masasındaki bu ironiye yavşakça gülerek yaklaşıyor, belki bahşiş kopar nevi bir yaklaşımla içecekleri soruyordu.. bira içmek istiyordu.. ama derdi olan gerçek insanlar rakı içerdi ve ömründe ilk defa rakı sipariş ediyordu.. sigarasının olmamasına o zaman dertlendi işte.. sigaraya bir türlü alışamamıştı.. orta okuldan beri sigara içmeye çalışıyor ancak bir türlü bağımlı olamıyordu.. bu düşünceler beyninin kıvrımlarında dolaşırken; “ben bir tek sana bağlandım!!” dercesine bir bakış fırlattı 'superman song' eşliğinde içeri giren ve birkaç dakika sonra eşi oluverecek damatla ilk dansını icra eden sevdiğine.. dans bitti.. rakı bitti.. gelinle damat kendileri için tahsis edilen taht benzeri yapıya doğru ilerlerken garson mutfağa rakıyı tazelemeye gidiyordu.. “kaç kadeh devrildi sarhoş gönlümde??” diye içlenirken.. gelinle damadın aşklarının sinevizyonu başlamıştı bile.. yine dilini anlamadığı bir şeyler çalıyordu fondan.. tek rakının melankolik etkisiyle gözlerinin dolduğunu hissetti.. aslında hissetmedi ama bu durumda gözlerinin dolması gerektiğini biliyordu.. dolmadığı için de kuru gözlerini siliyordu.. neden sonra nikah memuru girdi içeri.. o pembe bordo karışımı cüppesiyle çöktü masaya.. ikinci kadeh de tükendi.. şahitler çağrıldı huzura.. değişen adetler çerçevesinde dört tane falan kelli felli adam masanın etrafına tünedi.. hepsinin adından önce bir sıfatı vardı.. herkes halinden o kadar memnundu ki “kimse beni anlamıyor burada.. tanrım ben neredeyim??” diye ilk defa 'tanrı' demesine çok aldırmadan derdine dert ekledi.. nikah memurunun konuşmasını bekledi.. ve işte sevdiği “eveeeeeeeet!!” diyordu.. ve damat “eveeet!!” diyordu.. kendisinin daha başka türlü bir ‘evet’ diyeceğini hayal etti.. hem bu nasıl nikahtı ki ayağa basma muhabbeti bile çevrilmiyordu?? muhayyilesi onu ve sevdiğini aldı keçiören belediyesi halil ibrahim sofrası’ndaki olağan üstü nikah törenlerine götürürken, düğünü sokakta yapardık elektro bağlama falan, meşrubat, karışık çerez, imam nikahını amcam kıyardı, 2 burma mihir verirdik diye düşünürken nadan, nikah memuru da çankaya belediyesi adına, kendine birileri tarafından verilen yetki çerçevesinde nikahı kıyıyordu.. “aslında kıydığı nikah değil benim gençliğim, yarınlarım!!” diye kendine alttan dayıyordu.. neden sonra nikah memuru genç çifte çağdaş, laik, atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalmalarını, çoluğa çocuğa da cumhuriyetin değerleri çerçevesinde karışmalarını tembihledi ve bizi biz yapan değerleri her zaman hatırlamak, yuvalarının bir parçası yapmak için türk bayrağı ile şu çılgın türkler hediye etti.. “turgut..” diyebildi; “özakman!!” kaybolan yıllarının hesabını soracak bir gerçek bulmanın haklı gururuyla kendisini sokaklara atıyordu.. yüzünde salak bir tebessüm, gönlünde aynı acı, dilinde o meşum şarkı..

“nikahına beni çağır sevgilim
turgut özakman’ın olurum senin
bu adam kim diye soran olursa
siyasal islamcı dersin sevgilim

hayaller kurardık biz yıllar önce
hiç yoktu hesapta ayrılık bizce
bilirsin ne kadar görmek isterdim
başörtü içinde seni öylece

ampüle oy versem sevemez miyim
senden laik olmaz diyen ben miyim
şimdi çok zenginsin ben aynı garip
sana yüz görümlük veremez miyim

nikah masasına oturdun işte
ezginlik çok zormuş böyle sevince 
sana mutluluklar sözüm kardeşçe
at artık imzanı git bir an önce”

13 Ekim 2008 Pazartesi

imece hikaye 1

koşarak dışarı çıktım. arkamdan geliyordu. neredeyse yarım saattir amansız bir takip içindeydik. koştukça geliyordu, geldikçe koşuyordum. köşede durdum. sigara yaktım. yüzüme bakarak konuşmaya başladı. "kimsin lan sen?!" diye gürledi.

"bacanak şimdi;" dedim. adeta bir mal gibi yüzüme bakıyordu. darlandım. "isa gelmedi!" dedim. hala bakıyordu. böyle tarifsiz bir boşluk vardı bakışlarında. mallığı gözlerinden okunuyordu. ama içime dokunuyordu.

sırtımı ankara'ya verip yürüdüm, yaradana sığındım. kardeşim ölmüştü ve ben dört gündür öksürüyordum. - öhö öhö!. tekrar arkamda belirdi. yaradana bi saniye diyerek "siktir git lan burdan!" dedim. adama tabi.

ADAM GİTTİ.