
bu adam benim ortaokul arkadaşım lan.. sağdaki tabii.. ne laikmiş arkadaş!! bilemedik..

Server Gözbudak
ana karakteri olduğu Eylembilim romanının büyük bir yanlışlık sonucu yarım kalmasıyla
İşte tam bu noktada olayların üstüne gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Yeni alışkanlar ediniyordu ve eskisi kadar kolay değildi siktir çekip yoluna koyulmak. Sonun yaklaştığının iyiden iyiye farkına varmaya başlamıştı. Durulmak istemiyorum lan diye bağırdı vapurun ortasında. Hayır bağırmamıştı. Sesli mi söyledim acaba bunu. Bana bakıyor olmaları lazım o zaman. Bakan yok, demek ki söylememişim. Simit ve çay. Yüzüne vuran güneş ve Posta okumanın verdiği dayanılmaz ve garip çiğlik. Ne kadar uğraşsa da hayal ettiği adam olamayacağı düşüncesi kafasını tırmalıyor, her nasılsa bu düşüncelerden kaçışı hep sabaha karşı aklına gelen orjinal fikirlerle oluyordu. İskeleye yanaştı vapur. O, vapurun tahtası iskeleye yanaşmadan önden atlayan adamlardan değildi. Çünkü boğulabilirdi. Kafayı betona falan vurabilirdi maazallah.

takvimden bir yaprak daha kopardı.. ay başına daha vardı.. evden çıkası yoktu yine.. “sokaklar normaller için.. ‘boyalı yumurtalar’, alçaklar, kent soylular..” dedi kendi kendine.. normal bir yanı olmadığına hükmetti yine.. kimsesi yoktu.. parası da yoktu.. aynanın karşısına geçti ve kallavi küfürler savurdu suratına.. inadına.. açtı..
vaktaki sarı geldi..
devam edecek..
Sokağa yeni çıkmışlardı. Zeki'nin elinde fener, Bülent'in sırtında çuval vardı. Zeki'nin kısa kollarının ucundaki küçük ellerinde tuttuğu fener, bakkalın tezgahını zar zor aydınlatıyordu. Elektrikler kesilmişti. Bülent "Şişeleri getirdik abi tam 13 tane" diye atıldı. "İyi" dedi bakkal bir çekirdeği daha çitlerken. "Kaç para veriyon depozito?". 1 küsur dedi bakkal Hasan. Küsur kelimesi bir anda tüm karanlığın içinden geçip Zeki ve Bülent'in beynine bir kurşun gibi saplandı. Küsur neydi lan sahiden. Heisenberg mezarında takla atıyordu. Bakkal Hasan ölüm vuruşu yapmıştı. "1 milyon beş yüz" dedi. Bu cevap iyice kaybolmalarına yol açtı. 1 milyon beş yüz, 13'e bölünmüyordu. Bu sefer Bülent'ten önce Zeki atıldı. "Tamamdır abi eyvallah".Yine paraları bitmişti. Bülent hep bira içtikleri iskelede dibe dalmış, 13 tane bira şişesi çıkarmıştı. Zeki'nin elindeki çuvala doldururken "İyi lan 2 ekmek çıkar heralde burdan" diyordu. Fakat Bakkal Hasan tüm hesapları alt üst etmişti. Aslında yüzünün yarısını aydınlatan mum ışığında çekirdek çitlemesi, orjinal bir adam olduğunun ipuçlarını dükkana girerken vermişti...

kelimelere taşıyabileceğinden fazla anlam yüklemede üzerimize yok canlar.. değişen dünya düzeni, düzene ayak uyduramayan ersin düzen’i, ajda’sı ve sezen’i, teyzeoğlusu kuzen’i garip bir toplum olduk çıktık.. ama bıktık.. yeter.. heder olduk heder..
sucuk kokusuydu vatan…”
N. sofraya oturduğunda ellerinde bir değişiklik olduğunu fark etti. Çatalı tutuşu değişmişti. Bu, çatalın eline başka bir biçimde geliyor olduğunun da ispatı olabilir tabi. Fakat başına bir şey geldiğinden kuşkusu yoktu. Bir hastalık gibi belirmişti. Bir çelişkiler yumağının tam ortasındaydı. Ellerindeki değişiklikten sonra karaciğerinde bir ağrı hissetti. Kendini kaba dalgalı denizde giden bir gemiymiş gibi hissediyordu. Sanki ahşap duvarlara sular çarpıyor, koridorun derinliklerinden su baskınından kaynaklanan bir gürültü geliyor, koridor olduğu gibi sallanıyor, her iki yanda bekleyenler bir inip bir kalkıyorlardı. Fakat doktorları sevmezdi. "Karaciğerim ağrıyormuş, varsın daha beter ağrısın!"
Bu çelişki hastasının başına gelen ilginç olaylar bununla bitmiyor. Ama biz burada dursak daha iyi olur, sanıyorum. N. dayanamadığı için yazmayı sürdürdü. "Bir köpek gibi ağrıyor!" dedi, sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı. Yarın Çorum'a yağmur yağacak.
Otobüsten hangi ara ve neden indi, nasıl metroya bindi, hatırlamıyordu. Taksim’e gelmiş olmanın şaşkınlığını üzerinden atar atmaz, İstiklal boyunca yürümeye başladı. İşte tam bu sırada telefonu çaldı.yaz takvimlerde tükenmişti.. ekimdi artık.. erken gelen ve bitmeyen ramazan damarlarındaki alkolü bitirmişti.. son patlıcanlar balkonlarda kururken; kornişonu, fasulyesi, domatesi, lahanası tuzlu - sirkeli sularda bir bidonda, bir arada kışa hazırlanıyordu.. “onlar bile yalnız değil!!” diye geçirdi içinden.. sonra ayağını bir taşa geçirdi.. çubuk, ankara’ya oldukça yakın bir yerleşim birimiydi ve bir cumartesi günü ankara inceden üşüyordu.. ayağı takılmıştı yere düşüyordu.. takım – gömlek – kravat troykasına 199 lira, jöleye de 4 lira vererek başka bir insan olmuştu bugün.. annesi “aman da benim yakışıklı yavrum, aslan oğlum..” diye yanaklarından tutunurken hayata; onun uygun bir ayakkabısı yoktu.. babasının kesik burun ayakkabılarından birine dikti gözlerini, güzelce boyadı.. çorapları delikti ama onu da kimse görmeyecekti nasılsa.. annesi araya bir süveter sıkıştırıyor, “üşürsün yavrum, ayaz.. çıkarma he mi?” diye sıkıca tembihliyordu.. lisede giydiği süveterdi bu.. ayran lekesi hala üzerindeydi.. üzerinde çok durmadı ama.. ceket kapatırdı.. zaten kim dikkat edecekti ki?? her şey tamamdı artık.. dolmuş durağı 5 dakikalık yürüme mesafesindeydi.. kıyametin arifesindeydi.. ve o tek başına 5 dakika bile ayakta duramayacak kadar maldı.. toplumsal bir ihmâldi.. gözünden iki damla yaş süzüldü.. pantolona üzüldü..